top of page
Ara
Yazarın fotoğrafıAv. Çiler Nazife Koşar

MERTLİK BOZULMADAN ÖNCE


Anadolu’ya Fetheden Okun Macerası


Atının üzerinde dörtnala giderken dört bir yana ok atan, göğse çarpışmaya fırsat tanımadan düşmanının ok yağmuru altında bozguna uğratan savaşçı, tipik bir Orta Aya figürüydü.


Bu kavimler arasında bulunan Türkler, korkutucu hünerlerini Anadolu’yu ele geçirmek için kullandılar.


Malazgirt’te, Kosova’da, Niğbolu’ da sahnedeydiler. Osmanlılar ateşli silahlarla erken çağda geçmelerine rağmen, ok ve yayı bırakmadılar.


Okçuluk, tasavvufla sıkı sıkıya ilintili bir spor, rekortmen okçu herkesin yücelttiği bir sporcu, padişah da bu spora asalet katan bir figürdü.


Okçular için şiirler yazıldı, anıtsal menzil taşları dikildi, yarışmaları için geniş meydanlar vakfedildi. Bu mirastan günümüze evler arasında sıkışmış nişan taşları, sökülüp atılmış mezar taşlar, sadece adı yaşayan semtler kaldı.


Türkler olağanüstü okçulardı. Anadolu’yu fethettikleri sırada ise, Bizans okçulukta gerilemişti. Türkler, okçuluklarıyla övünüyorlardı. Ama tüfek icat olunca, bu maharetin değeri kalmadı.


Yayın insanın hemcinsiyle yaptığı çatışmalarda kullanılması, İspanya’daki duvar resimlerinden anlaşıldığına göre, paleolitik çağa denk uzanıyor. Orta Asya’nın bozkırları, bu araç için birebirdi.


Bu coğrafyada hayatta kalmayı sağlayan en önemli iki araç, yay ve attı. Bu ikili, savaşların da sonucunu belirledi. Atlı okçunun vur-kaç taktiği düşmana büyük kayıplar verdiriyor, moralini bozuyordu.


Yıpranan, soğukkanlılığını kaybeden düşman ordusunu, sahte geri çekilme taktiğiyle kendi içlerine doğru çeken Türkler, sonra onun etrafını sarıyor, genellikle sadece ok ve yay kullanarak orduyu yok ediyordu. Orta Asya’da hem bir geçim yolu olan hem de askeri tatbikat amacıyla yapılan sürek avları bu sistemin mükemmelleştirilmesini, binicilik ve silah kullanma becerisinin gelişmesini sağlıyordu. Türkler bu beceriyi Anadolu’ya taşıyacaklardı.


9. yüzyılda, Türklerin Anadolu’da yaptığı bir “gösteri”yi Genesios ve Kedrenos gibi Bizanslı tarihçiler anlatırlar. Halife Mutasım’ ın emrinde, Orta Asya’dan gelme Türklerden oluşan bir birlik vardır. Halife, Bizans Anadolu Su’na doğru ilerler. 22 Temmuz 837’de Dazimon kasabasında Bizanslılar ve Müslümanlar karşı karşıya gelirler.


Savaş sabah vakti başlar. Bizans süvarileri, halifenin birlikleri dağıtır.


Sadece ok atan Türkler dayanırlar. Bizans birlikleri bir türlü bu ok yağmurunu yarıp, göğüs göğüsse çarpışmayı başaramaz. Aniden sağanak başlar, Türklerin yay kirişleri gevşer, Bizanslılar kurtulur. Yorgo Kedrenos “eğer yağmur (gündüz değil de) gece yağsaydı, imparator ve askerle ölecekti” diye yorumlar.


Aslında Bizanslılar da usta okçulardı. İmparator İustinianos zamanında bu becerileriyle ün yapmışlardı. Ama 9. Yüzyılda yavaş yavaş bu özelliklerini kaybettiler. “Bilge” lakabıyla tanınan Bizans imparatoru VI. Leo (866-912), ünlü askeri taktikleri kılavuzu Tactica’da, “Okçuluğun tamamen ihmal edilip Romalılar tarafında bir kenara bırakılmasından itibaren, bugünkü başarısızlıklar alışılmış hale geldi” derken önemli bir gerçeğe değiniyordu.


Türklerin Anadolu’ya girişinin başlangıcı olarak bilinen ünlü Malazgirt Savaşı’nda (1071), perdeyi açan ve kapatan ok atışları oldu. Malazgirt’te Bizans İmparatoru IV.Romanos Diogenes’in Sultan Alp Arslan’a esir düştüğünü hepimiz biliriz.


Ancak bunun bir ok sayesinde olduğunu bilenler daha azdır. Nikephoros Byrennios şöyle anlatıyor:


“Türkler imparatorun etrafını sararak her yönden ok atmaya başladılar. Onu kurtarmak için arkasından gelen sol kanat kuvvetlerini de önlediler. Tamamen yalnız bırakılan imparator, düşmana karşı kılıcını çekerek içlerinden birçoğunu öldürdü. Ama etrafı büyük bir düşman topluluğu tarafından sarıldı.


Romanos elinden yaralandı, tanında ve her taraftan kuşatıldı. Atı bir okla vuruldu, hayvan sendeledi, yere yıkıldı, binicisini düşürdü ve böylece Bizans İmparatoru esir edildi...”


Ok meselesi, Bizans için bir kangrene dönüşecek, orduda reform yapılmasına yol açacak, hatta imparatorluğu Türk atlı okçularını paralı asker olarak kullanmaya zorlayacaktı.


Bu arada Asya bozkırının atlı okçuluk geleneğini sürdüren Selçuklular, Anadolu’da bu maharetlerini sayısız kereler kullanarak tutunmayı başardılar. Onlar için ok ve yay hükümdarlık simgesiydi.


Askeri ittifaklara çağrı anlamına gelen ok gönderme adeti, bin yıl sonrasında uzanacak, bugün Anadolu’da sosyal olaylara resmi davet amacıyla gönderilen eşyaya verilen “okçuluk”, “okuntu” gibi etimolojik ipuçlarıyla varlığına sürdürecekti.


Osmanlı Beyliği’nin kuruluş döneminde ordunun atlı okçuya dayanan bozkır savaş taktikleriyle çarpıştığını düşünmek yanlış olmaz. Konya’daki Selçuklu sultanından Osman Bey’e 50 tirkeş dolusu ok ve 2000 yay gönderildiğine dair 1289 talihli belge, uç beyliklerinde, Orta Asya savaş taktikleriyle at üzerinden savaşan alp/ gazilerin çoğu tarafından kullanıldığını gösterir.


Orhan Gazi döneminden ilk nüvesi oluşan yaya askerli muhtemelen mızrak kullanıyordu; ama bunların içinde okçular da vardı. I.Murad ile başlayan, sonra gelişen kapıkulu yaya ordusu (yeniçeri) da erken dönemde ok yay kullanılıyordu.


Yay, öğrenmesi ve kullanması zor bir araçtı. Bu nedenle profesyonel bir orduyla uyumluydu. Dönemin Avrupa ordularında da okçu birlikleri, düzenli antrenman yapan, iyi beslenen, iyi para kazanan askerlerdi.


I. Kosova Savaşı’nda (1389) okçuların önemli rol oynadığı, padişahın müttefiki Venediklilere, Macarlara karşı savaşlarından yardım amacıyla 5000 okçu gönderdiği bilinir.


Ancak artık ateşli silah dönemi de yaklaşıyordu. Osmanlı ordusu bu yeni silah türünü ilk benimseyen ordulardan biriydi.


1480’de yeniçerilerin elinde tüfek olduğuna dair bilgi vardır.


Çaldıran (1514) ve Ridaniye (1517), hafif ateşli silahların öne çıktığı ilk savaşlar olmuştu. Bu yeni tür silah hızla yaygınlaşacak, 16. Yüzyılın ikinci yarısında bütün Avrupa’da baskın hale gelecekti.


“Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” sözünü biliriz. Bu herhâlde, ok atmakta, yay yapmakta mahir Türklerin artık gereksiz hale gelmesine karşı gösterdiği bir tepkiydi. Ancak ok ve yay tarih sahnesinden hemen silinmedi.


1572 tarihli bir belge, donanma için 400 tüfek ve 30 sandık kurşunun yanında, 500 yay ve 30 sandık ok hazırlanması için alınan bir divan kararıdır. Bundan bir yüzyıl sonra, Salankamen ve II. Viyana Kuşatması bozgunlarında düşmanın eline geçen, bugün Viyana ve Karlsruhe müzelerinde sergilenen Osmanlı silahları arasında, tüfeklerin yanı sıra yay ve oklar yaralananlardan söz ediliyordu.


Peki yay ve tüfek bir arada nasıl kullanılıyordu?


Örneğin 17. Yüzyılda, Venedikli tüfekçilerin, silahlarını doldururken okçular tarafından desteklendiği biliniyor. Çünkü bu ilk ateşli silahlar, hız bakımından yayın gerisindeydi. İsabetlilik oranları düşük, etkili menzilleri kısaydı. Doldurulmaları uzun sürüyordu. Atış hızı, fitilli tüfeklerde dakikada 1, çakmaklı tüfeklerde 2-3’tü. Oysa iyi bir okçu dakikada 6-15 ok atabilmekteydi, üstelik bu hıza at üzerinde de ulaşabiliyordu.


Bu olumsuzluklara rağmen, atlı birlikler de zamanla ateşli silahlara geçti. Bununla ilgili en erken bilgi, Kanuni döneminde 1553 İran Nahcivan Seferi’ne aittir. 16. Yüzyıl savaş sahnelerinin tasvir edildiği Bir minyatürde, aynı karede tüfek kullanan ve sadağı içinde kurulmuş yaylarını da taşıyan süvariler görebiliriz.

Ateşli silahların bu erken dönemde yayın yerini almasının en önemli nedeni, insan kaynakları sorunuydu. Yeterli sayıda, iyi eğitilmiş, devamlı çalışması gereken okçu “aletleri” idame ettirmek zordu. Yay, tüfeğe göre öğrenmesi zor bir silahtı. Ayrıca savaş yayları sıradan çekemeyeceği kadar kuvvetliydi.


Osmanlı merkez ordusuna padişahın yakın korumalığını üstlenen solaklar, yeniçeri teşkilatının üst düzey okçularından seçilirdi. Solakların 18. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar varlıklarını sürdürmüş olmaları ilginçtir.


Av. Çiler Nazife Koşar

1 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page