İnsan dilini bıraktım, meleklerin dili ile yalvarıyorum sana.
Gel artık güzel ölüm, ruhum seni çok özledi.
Aşk dolu göğsüme kon da dünyanın zincirlerini çöz.
Çok yoruldum pas tutan zincirleri sürüklemekten.(1)
“Mevlâna, son iki gündür bir kelime dahi konuşmadan suskunca tavana baktı durdu. İçinden ayetler okuyor, masmavi gözleri ile kerpiç tavanı süzüyordu. Son zamanlarda ateşi iyice yükselmiş, alnından terler akıyordu. Başına koydukları ıslak bez az sonra kupkuru oluyordu. Ağrıları, sayıklamaları yoktu ama arada ciğerleri sökülürcesine öksürüyordu. Kerra Hatun başta olmak üzere kadınlar avluda toplanmış, Kur’ an tilavet ediyorlardı. Dervişler, hafızlar hatim indiriyorlardı.
Takvimden bir yaprak daha düşüyordu. 17 Aralık akşamıydı… İki gündür sus pus olan Mevlâna’ nın hâline kimse mana veremiyordu. Sultan Veled babasını sırtından tutup yatağın içerisinde doğrultuyor, Hüsamettin elindeki ıslak bez ile Mevlâna’ nın terini siliyordu. Bir yandan da abdest için yüzünü, kolunu, ayaklarını yıkıyorlardı. Hastalığından bu yana namazlarını yattığı yerden ima ile kılmak zorunda kalmıştı. Başını kaldıracak, oturacak dermanı kalmamıştı.
O akşam da namazını yattığı yerde gözleri ile kıldı. Yine sustu… Parmağı ile duvarda asılı duran Kur’ an-ı Kerim’ i işaret etti. Sultan Veled aldı, bez kılıfından çıkartacaktı ki “Çıkartma!” der gibi başını salladı. Göğsünü gösterdi. Sultan Veled ne demek istediğini anlamıştı. Kur’ an-ı Kerim’ i babasının göğsünün üzerine yavaşça bıraktı. Mevlâna kerpiç tavana bakmaya devam etti.
Biraz zaman geçmişti. Odadakiler kendi aralarında konuşuyorlardı.
Mevlâna birden bağırdı:
-Susun! Ezanı dinleyin!
Sultan Veled:
-Baba ne ezanı, daha yatsıya çok var.
-Duymuyor musunuz ezanı, tanımadınız mı sesi? Ezanı okuyan Şems… Şems beni çağırıyor. Maşukum aşkın son yolculuğunda, yolcusunu yalnız bırakmıyor.
Sultan Veled babasını kucakladı.
-Oğlum duydun değil mi? Şems ezanımızı okuyor…
Mevlana, Ezan-ı Muhammedi’nin son cümlelerini okudu ve başı oğlunun omzuna düştü.
-Allahu Ekber, Allahu Ekber. Lâ ilâhe illallah…” (2)
17 Aralık Mevlevilerin ayin-i şerif gecelerinden en önemlisidir. Bu gece, bir vuslat gecesidir. Bu gece bir şeb-i arus (düğün) gecesidir. Mevlana’nın ölümünün kutlandığı gecedir. Ve bu gece, seven sevdiği ile buluştuğu için ağlanmaz. Bu kavuşma kutlanır.
Cenazemi görünce, ayrılık ayrılık deme.
Sana kaybolmak gibi görünür, ama doğmaktır o..(1)
Her yıl dünyanın dört bir yanından, usanmadan bugünü beklemiş olan yabancılar gelirler Konya’ya. Mevlana’nın 748 yıl önce yaptığı çağrıya uyarlar belki de.
Gel, her ne olursan ol gel
Kâfir, putperest, mecusi olsan da gel
Bu dergâh ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kere tövbeni bozmuş isen de gel.(1)
Mevlana ziyaretleri önce şehrin kalbi kabul edilen, Mevlana türbesinden başlıyor. Müzesi ile iç içe olan türbe, ağaçlarla çevrili. Hemen yanında şadırvan ve az ötesinde Alaeddin Camii. Türbenin girişinde Mevlana’nın en ünlü sözü asılı.
‘YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN, YA DA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL’
Aynı yerde, gümüş bir kapının üzerinde bir başka levha daha var. Farsça el yazması;
Kabet 'ül-uşşaki başet in makam,
Her ki nakıs amet in ca şut tamam
Yani;
Bu makam, âşıkların kabesidir.
Buraya noksan gelen tamamlanır.
Erguvan bir ışık huzmesi, boyunları yüce Allah’a eğilmiş, kendi etraflarında ve birbirlerinin etrafında ritm ve ney eşliğinde dönen, beyaz giysilere bürünmüş insan suretlerini, sessiz siyah karanlıkta sarıp sarmalıyor. Gündüz turkuaz kubbeden yükselen gün ışığının şavkı, geceye adeta semazenlerin yakamozları olarak vuruyor.
Ey sırrı arayan kişi
Can var can içinde, kalbine in de ara
Sen kendi özünü kendinde ara
Ey sırrı araştıran kişi her yerde ara
Lakin o değil dışarıda, kendi içinde ara…(1)
Ney sesi, doğu felsefesine göre kamışların ağlaması demek. Kendisine verilen sırları dayanamayıp kuyulara anlatan bir pişmanlığın sembolüdür ney. Çünkü aslından ayrılan her şey, yine aslına dönmek isteğiyle sızlanmaktadır. Bu anlayışla, Mesnevi’nin başlangıcında Mevlana tarafından belirtildiği gibi ney kamışlığa dönmek ister.
“Dinle neyden çün hikayet etmede / Ayrılıklardan şikâyet etmede”(1)
Evrenin gerçeğini ve aşkı dönerek arayan semazenler de, kamışların gözyaşlarına ritim tutarak ulaşırlar Allah’a.
Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor: Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın herkes ağlayıp inledi. Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki iştiyak derdini açayım. Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar… Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok. Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lakin canı görmek için kimseye izin yok. Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!.. Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır.(1)
1207 yılında Horasan’ın Belh şehrinde doğan Mevlana Celaleddin-i Rumi, Moğolların Asya bozkırlarını toz duman istila etikleri dönemde Anadolu’ya göç edenlerdendir. Belh’den Konya’ya gitmek üzere ayrıldıklarında, daha on iki yaşındadır.
Çocukluğumda masal okudum.
Yürüdüm masal, üflediğim masal, soluduğum masal;
Aşk'ta yanıp tutuştum, sonunda ben masal oldum.(1)
Rumi adı, Anadolu’ya yerleşip orada yaşadığı için (o dönemde Anadolu’ya Diyarı-ı Rum deniliyordu); efendimiz manasına gelen Mevlana ise, kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir.
Mevlevi inanışına göre, insan iki kez doğar. İlkinde annesinden, ikincisinde kendi bedeninden. Asıl doğuş kendi bedeninden olandır. Çünkü insan oluş, bu doğumla başlar. Istırap insanın kendi bedeninden doğmasını sağlar ve ilahi aşka giden uzun yolculuğun kapılarını açar.(3)
Semazenler, Mevlevi dergâhının dervişleridir ve semazen olmadan önce uzun bir süreç geçirirler. Dergâha ilk başvuruları ile “nevniyaz” olarak kabul edilirler. Üç gün saka postu üstünde otururlar. Temel ihtiyaçları dışında yerlerinden kalkmazlar. Dervişin dünyevi gururunun kırılması çok önemlidir. Bu nedenle, genç nevniyaz’a ilk üç günden sonra, dünyevi gururunu kıracak temizlikten yemeğe, on sekiz çeşit iş yaptırılır. Eğer nevniyaz, bu sürenin bitiminde dergâh girişinde, ayakkabılarının yönünü kapıya çevrili bulursa, dergâha kabul edilmemiş anlamına gelir ve sessizce gider. Ayakkabıları kapıya çevrilmemişse “halvet” adı verilen, binbir günlük çile dönemi başlar. “Çile” tasavvuf inanışlarında çok önemlidir. Çünkü insana her konuda derdi yol gösterir.
“Fakr”, yani vazgeçiş en son aşamadır. Ve nevniyaz artık dergâhın dervişi anlamına gelen “semazen” mertebesine ulaşmıştır. Semazenler sikke adı verilen keçe başlık, tennure adı verilen manşetsiz uzun gömlek, destegül adı verilen manşetli ceket, kuşak ve hırka giyerler. Sema ayinleri bazı dönemler şiddetli itirazlara uğramıştır. Ancak Mevlana bu itirazlara “Her yol Allah’a götürür. Ben sema ve musiki yolunu seçtim” şeklinde cevap vermiştir.
“Her şey hareket noktasına geri döner” düşüncesinden yola çıkan sema ayinlerinde, semazenler hayatın çemberinde mevlevi müziği ile, kemale doğru manevi bir yolculuk için dönüp dururlar. Dünya döner, ay döner, güneş döner.. Sadece sema izleyicilerinin, hiçbir kitap okumadan ancak kendilerinin keşfedebileceği müthiş bir sır vardır sema musikisinde. Ney üflendikçe, aslında gizemli bir sükûnet başlar. Sema ezgileri sesi değil, sessizliği temsil eder.
“Aşkın hikâyesini, durmaksızın feryad eden bülbüle değil; sessiz sedasız can veren pervanelere sor. Dokunsam hangi buluta ateş akıyor. Nereden bilebilirdim? Sır dolu kırık ayna ateşle sınanmazmış…” der Mevlana.
Son menzile varıncaya kadar, sularla birlikte akar ömür. Sular kaynağında durudur, saftır. Bizlerse kundakta. Sularla birlikte akar hayat. Kimi zaman bulanır, kimi zaman durulur.
Bir duru bakışınla doğurmalısın beni, sen, ey kanımda aşkı arşınlayan hüzün.! Öyle bir sükûtla ateşlerde yürümeliyim ki; hem gecenin dili çözülsün, hem de gündüzün… (1)
Akışın her anında berrak olma imkânı vardır elbet. En güzeli “durulmadan, donmadan akmak” tır. Son kundağına sarıldığında, ilk kundağındaki gibi değilsen eğer; yani geldiğin gibi gidemiyorsan vay sana, eyvah sana! (4)
Mezarımın yanından geçen sarhoş olur.
Mezarımın başında duransa sonsuza kadar sarhoş olur.
Mezarımın sarhoşu denize dalsa,
Deniz sarhoş olur, taşar köpürür.
Toprağa girse mezar da sarhoş olur, lâhit de. (1)
Yararlanılan kaynaklar:
1- Abdülbaki Gölpınarlı, Mesnevi tercemesi ve şerhi, I ve II cilt
2- Sinan Yağmur, Aşkın Gözyaşları II, Hz. Mevlana, sayfa 257-259
3- Ayşe Önal, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin hayatı
4- Hasan Akçay, Kapaktakiler, 133. Sayı
コメント